2 Aralık 2008 Salı

DİKKAT ERGEN ÇIKABİLİR! SALON 1

Film izlemek keyifli süreçtir. Herkesin keyif anlayışı farklıdır.

Geçen haftalarda uzun zamandır sinemaya gitmediğimi hissedip gidilesi filmler listesini çokta incelemeden (incelemek iyi bir şey ama sürprizler de güzeldir, bazen!) sinemaya koştum.
İlk maceram; Çağan Irmak’ın Issız Adam filmiydi.(son haftaların en ünlü filmi oldu, baygınlık getirircesine popüler)
Sinemada ki kitle; bir salon dolusu ergen! (lise gençliğinin ‘hadi sinemaya gidelim’ dediği ders kaçışına denk gelme, ey okuyucu)

Film başlamaya yakın içeri girdiğimde gördüklerim, gelecek sürecin aynasıydı. Öğleden sonra saatlerinde sakin olan sinema, şimdi bir lise kantini havasındaydı. Ne kadar kötü olabilir ki diye düşündüğünü biliyorum okuyucu, sinema ya gelme amacı film izlemek olmayan bir ordu insandan ne beklersen her şeyi hayal et yeter.
Filmin türünün romantik birazda dram olduğunu varsayarsak bu çıldırmış ergen kitlesiyle çokta huzurlu bir süreç olmayacağını baştan kabullenmiştim zaten.
Issız adam genel olarak izlenilesi bir filmdi(şimdi yığınla hakkında yorum varken birde ben eklemeyeyim buraya). Tek sorun film boyunca tezahürat, alkış, yuhalama, kahkaha ve böğürme arasındaki neyi düğü belirsiz sesler ve (beni, benden alan, en seçkin tepki çeşidi) 'helal olsun yürübe koçum' bağırmalarıydı.
Sonuç; gittiğin filme, saatine, civarındaki dershane, okul sayısına ve türüne dikkat etmezsen, senin değil salonun beklentileri baskın çıkar.

7 Ekim 2008 Salı

GERÇEKÜSTÜ SERGİ, DALİ VE SONRASI İZLER


Salvador Dali sergisi hakkında ön bilgiler almış, sergiyle ilgili epeyce düşünmüştük. Hep düşünmekle kalmayarak harekete geçtiyseniz, Sakıp Sabancı Müzesi’nin ve Dali’nin büyüsü artık hayatınızda kalıcı izler bırakmıştır. Yok, hala üşengeçlik yapıp gitmeyenlerdenseniz, ayıplıyorum sizi sayın okuyucu.
Şimdi biraz sergi gezisi hakkında ayrıntılardan bahsetmem senin için faydalı olabilir.

· Ziyaret saatlerine ve günlerine bakmakta fayda var SSM sitesinden. Çarşamba-cumartesileri saat konusu daha esnek, 22.00 kapanış.
· Sergiyi gezme süresi minimum 2 saat. Müzedeki film, video gösterimlerini izlemediğinizi ve sergi hattı boyunca gezdiğinizi varsayıyorum. Süre önemli çünkü hem beyniniz hem bacaklarınız yoruluyor (güzel yorgunluk) ama kapanış saatine yaklaştıkça da panik halinde gezmek pek hoş olmasa gerek.
· Mümkünse çok abartı ses çıkaran ayakkabılarla gitmeyin. Tak tuk tak tuk sesinden hem siz hem müze ziyaretçileri rahatsız olur(evet çok kötü bir ses, dalmış gitmişsiniz resimlerin içine ama topuklar kafanıza çarpıyor dünyaya dön diye)
· Müze içerisine giriş yaptığınızda solda vestiyer, sağda kart bırakarak eser anlatımlarının bulunduğu cihazlardan alabileceğiniz iki kısım var ki süper düşülmüş iki müze bölümü bence. Belirli eserlerin sağ kenarlarında bulunan o güzel rakamlara göre ilerlerseniz, çok hoş bir ses size sergi boyu rehberlik ediyor.
· Sergi veyahut müze gezisinde dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, eserlerin dibine giripte saatlerce sadece size ayrılmış bir alan gibi çakılı kalmayın. Tabi ki eserlere yaklaşıp-uzaklaşıp bakacaksınız normal olanı da bu, benim bahsettiğim bencilce nerde olduğunu, çevresini unutan insanlar. Zaten TRT kameramanları (ne zaman bir sergi gezdirse bu kameraman türü eserin dibine girer ve çıkmaz, sanırsın tuvalin altındaki bir şeyi keşfetti de ayrılamıyor, çok kızıyorum onlara. Az geri kameraman eserin bütününü göstermedin hala ne ayrıntısı derken diğerine geçiyorlar) gibi sergi gezmenin hiçbir faydası olmayacaktır size, biraz ayrıntı biraz nasıl fırça (kalem vs.) kullanmış, boya katmanları tuvalde ne derece yoğun, gibi incelemeler çok uzun zaman alan şeyler değildir.


Müzenin bahçesi, köşk, cafe gibi alanlarının da görülesi bölümler olduğunu eklemeliyim. Biz maalesef başta bahsettiğim zaman sorunundan bu sefer köşkü göremedik, bahçeyi biraz soluklanıp müthiş çiçek kokularında dinlenmek için kullandık. Nilüferli havuzu karanlıkta gözlerim zor seçse de monet tabloları havasını tekrardan hissetmek güzeldi.

Şimdi tekrardan sergiye dönecek olursak, sergi bizi aslında bahçeden başlayan bir hayatın, düşünce, farklı bir dünyanın akışına çekiyor. Merdivenlerden iniyoruz, zaman tüneli misali Salvador Dali’nin hayatı ve eş zamanlı olaylar etkileşimler listesini panolardan takip ediyoruz. Panolarda ki bilgiler hem bizi sergiye hazırlıyor hem de eksik bağlantıları sağlamlaştırmamıza olanak sunuyor.

Sonrasında eserlerle daha da samimi olurken panolar, video gösterimlerinin arasında sürece bırakıyoruz kendimizi.

Beklentilerimi azatlığımdan mıdır yoksa sürrealizmi ön yargıyla karşıladığımdan mı bilmiyorum ama Dali’nin minicik(boyut olarak tabiî ki) eskizlerini büyüleyici buldum. Ebatların ufak olması zihnimde küçümseme yaratırken normal şartlarda, bu sergide minicik ayrıntılara hayran kaldım. Yağlı boya tablolarında da bu ebat şaşkınlığım sürdü. Salvador Dali gibi ünlü ressamların sergisine gitmeden önce insan ‘acaba kitaplarında gördüğüm o etkileyici eserleri de karşımda çıplak gözle görebilecek miyim?’ diye düşünerek gidiyor ki bu muhteşem bir hayal sanırım. Beklide bu mona lisa tablosu ünü ve İstanbul’a gelmesi olasılığı gibi bir şeydir. Leonardo Da Vinci’yi tek bir eserle eş görmüyorsak Salvador Dali’nin yapıtları da bütününde bunu çok çok hak ediyor. Bağzı eserlerinde uzaktan bakıldığında fark edilmeyen ama yaklaşınca sadece üstübeçlenmiş ya da ince bir tabaka sürülmüş alanların olduğunu görmekte şaşırttı çünkü Dali’nin eserlerinden hep kusursuzluk hissi almışımdır. Kusursuzluk derken, bu bir takıntı gibi yüzeyi sanki eşit miktarda katmanlarla oluşturan bir teknik bütünlük…

Serginin yan etkinliklerinden faydalanamamak içimize otursa da bu müthiş deneyim içimize işledi. Zaten müzeler şehirlerde ki ayrıcalıklı alanlardır, insan bir müzenin bahçesinden adımını içeri attığı anda başka hiçbir yerde alamayacağı oksijeni içine çeker, dinginleşir, zihni yeniden uyanır…

29 Eylül 2008 Pazartesi

AKİRA

Hep ismini duyduğunuz yapıtlar vardır. Bu filmin, kitabın veya konum olan animenin kısa kısa bilgileri vardır hafızanızda. Kırmızı motosiklet, kan etkisi, akira ile ilgili kafamda bulduğum ilk görüntüyse, bilgi olarak ta eski köklü muhteşem bir yapım olduğuydu.
Sonra rafların arasından erkek arkadaşınız kırmızı kapağı gösterince ‘aa evet evet akira bunu alalım.’ der diliniz.
Dvd konulur, izlenmeye başlanır, heycanlısındır çünkü bakmakta olduğun anime epeyce eskidir. İşte tamda bu önyargıların beyninden silindiği an bir iki dakika sonrasıdır.
Geleceğin dünyasında halk (lise gençliği, anarşist gruplar, dini gruplar…) sokaklarda küçük savaşlar vermektedir, kırmızının etkili kullanımı sizi şiddet yanlısı yapar. Fışkıran kanlar, çete savaşları bir yanda yürürken polis daha da etkilisi asker ortaya çıkmıştır. Kafamız böylesine kaosun içindeyken birden küçük yaşlı çocuğu görürsünüz, bütün bu kaosun arasından sıyrılabilecek kadar odak noktasıdır. Beynimiz bu yaşlı çocukta nesi kim diye bir yandan düşünürken (farkındaysan bir koşturmacadır gidiyor, tek farkı yorulamıyorsun) akira kavramı ortaya iyice çıkıyor ve karakterlerimiz bu bahsettiğimiz tüm girdapta birleşip birleşip başka yerlere bizi sürüklüyor.
Peki, konuyu geçelim ki zaten sende filmi ya izledin ya da izliyeceksin.
Yukarda da söylediğim gibi bir kaos bir koşturmaca var fakat öle bir koşturmaca ki sen koşmaktan zevk alır hale geliyorsun. Akiranın kim olduğu ne olduğu büyük bir bilmece ise süreçte aynı büyüklükte soru senin için.
‘Şiddet, kan bu denli estetik kullanılabilirdi.’ Cümlesi filmle ilgili en ayırt edici ifade olsa gerek. Bir nevi içimizde ki saklı kalan şiddet tutkusunu sakinleştirircesine mutlu ediyor. Tüm film boyunca hangi ayrıntıya bakacağınızı şaşırıyorsunuz ve işte bu noktada özellikle ‘bu animenin içerisinde hiç bir şey olmasa da böylece izlenir bu’ cümlesi geçiyor. Seksenlerin kıyafetleri özellikle o kabarık montları sevdiğimi anladım ki en kötü moda etkisidir diye düşünürüm. Müzikler bana eski bir anime olduğunu arada hatırlatsa da çok şık duran sessizlikleri ve coşkuları vardı. Ana konuya bakacak olursak evrensel konu budur diyorsunuz.
Kişisel gelişim, psikoloji, olgunlaşma ya da ermek dediğimiz şey her karakterde farklı olarak sunulmakta fakat Tetsuo’nun kotasından fazla gücü zamansız içinde hissetmesi ile kontrolsüz güç güç değildir sloganını hatırlıyoruz. Bu konuyu süper kahramanlarda da görmüşlüğümüz var aslında, onlarda ellerinde olan gücü umarsızca kullanan Tetsuo’dan farklı olarak daha bilinçli amaçları vardır. İşte burada devreye şu soru geliyor ‘kişi bazen istemeden de gücünü kötüye kullanabilir ve bu güç ona her türlü zarar verir’ mi acaba? Kesinlik belirten cümleden sonra acaba sorusunun gelmesi filmin açık uçlu bitmesinde ki güzelliktir. Yok olmak kötü bir son dersek evet deriz, yo hayır bu sonsuz bir ilerleyişti ya da kötülüğün durmasıydı dersek tam zıttının yarısı olur. Akira konusunda hala kafamda ufak sorular olsa da filmin içinde bize kısa bir geçmiş görüntü sunulunca aa evet yapay bir şeymiş buda diyip geçebiliriz. Bana tekrardan filmi izlettirecek olan noktalardan biriside bu kısım çünkü hala şüphelerim var.
Yazdıkça bir şeyleri eksik bıraktım hissi veren bir yapıt akira. Haksızlık etmek istemiyorsunuz. Animeden azcık haz alan, ütopik konuları düşünmekten de sonsuz haz alan birisi iseniz tamda izlenilesi bir yapıt akira. Hem olayın birde şu yönü var, izledikten sonra biriside size gelip akira vıdı vıdı yaparsa hımm öhöm tabi bende çok merak ediyorum demekten kurtulmuş gereksiz çevre yorumlarından kurtulmuş kişisel yorumunuza sahip olursunuz :D…

9 Eylül 2008 Salı

GERÇEKÜSTÜ SERGİ, DALİ


Aylardır haberlerini gördüğümüz, her yeni bilgide değişik ya da eklenti ne var diye baktığımız serginin açılış ayına geldik.

İstanbul’da Bir Sürrealist: Salvador Dali…Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) 20.09.2008 – 20.01.2009 tarihleri arasında sürrealist Salvador Dali’nin eserleriyle bizi tanıştıracak. Bir sanatçının eserleriyle gerçekten tanışıyorsak, sanatçının kendisiyle de samimiyetimiz oluşuyor demektir. Zaten bahsettiğimiz sanatçıda kendi içine dönüp düşlerini eserlerine çeviren korkusuz bir kişi.

Bu giriş paragrafını yazdıktan sonra genelde serginin temel bilgileri veriliyor. Fakat bu bilgilerin hepsi birinci kaynaktan (SSM http://muze.sabanciuniv.edu/) takip edilmeli ve okunmalı, yani bu kısmı yazmıyorum. Sonra Sürrealizm ve Salvador Dali hakkında bilgi kısmı gelir ki ben bunları da birinci kaynaktan (SSM) okumanızın faydalı olacağını düşünüyorum. Bu birbirinin aynı kelime dizilişlerinden oluşan haber niteliğinde (ya da yorum) bir yazı olmaması için vicdanımı biraz da olsa rahatlatabilecek bir giriş oldu artık.

Sürrealizm (Gerçeküstücülük) hakkında biraz konuşmak istiyorum. Sakıp Sabancı Müzesi’nin ‘Sürrealizm Hakkında’ başlıklı yazısının ikinci paragrafında resim sanatında gerçeküstücülerin etkilendikleri ressamlar sıranmış. Hieronymus Bosch ilk sırada yer almış. Şimdi neden Bosch önemli; Rönesans dönemi ressamı olan, çağının ötesinde eserler veren adamın işlerini görmeden bunu anlayamayız. “Bosch (1450dolayları–1516) “Deliler Gemisi”ni yaparken insanoğlunun aklından kuşku duyar. Bu bir masalın resmidir, dünya amaçsız bir biçimde sonsuz bir denizin üstünde yüzen, içi yiyip içen ve kavga eden bir sürü deliyle dolu bir gemiye benzetilmiştir. Delilerin en cesurları, kızarmakta olan etten bir parça koparabilmek için orta direğe tırmanmakta, ama hiç birinin aklına bilgeliğin simgesi olan baykuşun bulunduğu yere kadar çıkmak gelmemektedir.” (Sanat Tarihi Ansiklopedisi,1981,s.428) Bosch, gerçeküstücülüğün sanat tarihinde yer etmiş ilk ressamıdır. Asılına bakarsanız ansiklopedik bilgiler olmadan da eserlere baktığımızda etkilendikleri eserleri, olayları ya da kişileri fark edebiliriz. Diğer sıralanan ressam isimlerini atlıyorum fakat onlara da göz gezdirmekte fayda olduğunu da söylemeliyim (böle yazmaya devam edersem haddinden fazla uzayacak, benim için yıldızlı olan konulara değinerek devam etmek en kestirmesi olacak).

Salvador Dali ismini duyduğumda aklıma ilk gelen kelime ‘ben’ oluyor. Dali kendisine ve Gala’ya öle düşkün birisiymiş ki sanki dokunulmaz bir zar içinde sanat tarihine o şanlı adını yazdırmış. Haddimden büyük bir yorum oldu belki ama neden böle düşündürttüğünü sorgulayalım biraz. Yaşarken kendi müzesini tasarlayan bir sanatçı bilmiyorum, Dali’den başka. Tamam, bu çok düz bir örnekleme oldu. Öyleyse birazda resimlerini hatta eserlerini (resim, heykel vs. listesi epeyce uzun) yaratmada nelerden besleniyor diye düşünelim; olgunluk döneminde bütün sürrealistler gibi Dali’de Freud’un düşüncelerinden yani bilinç-bilinçdışı üzerine kuramından etkilenmiştir. Yaptığı eserlerinde kendisine yönelmiş, rüyalarından beslenmiştir. Lise yıllarımda derste şöyle bir anlatım geçtiğini hatırlıyorum “Dali uyumadan önce çalar saatini kurarmış ve saat çalıp uyandığında yanında ki not defterine rüyalarıyla ilgili çizimler ve notlar alırmış. Eserlerini besleyen önemli bir kaynakmış rüyaları.” Bütün bu örneklemeleri bir kenara bırakırsak gerçeküstücülük başlı başına benmerkezci bir akım diye düşünüyorum. Karşıt bir görüş olarak, sanatçının kendisinden yola çıkmasıda evrensel değerler barındıran eserler yapmasına bir yoldur diyebiliriz.


Ölmeden önce ünlü olmuş nadir sanatçılardan Dali’nin 270 ve fazlası ölümsüz eseriyle, sergisinde beklentilerimizden fazlasını bulacağımıza inanıyorum.”Resimleri, sınırları olmayan ufuklar arasına yerleştirilmiş gibidir; insan bu manzarayı ay yüzeyine mi, yoksa su altına mı yakıştıracağını bilemez.” (Sanat Tarihi Ansiklopedisi,1981,s.667)




Resimlerin künyeleri sırasıyla:
-Knidos'lu Afrodit'in görünmesi© Salvador Dali, Fundació Gala-Salvador Dalí, Vegap, Figueres 2007tuval üzerine yağlıboya, 1981, 140x95 cm, Env. no.0258
-Hieronymus Bosch, The Ship of Fools. 1490-1500. Oil on panel. Louvre, Paris, France.
-Hieronymus Bosch, The Garden of Earthly Delights: Hell, right wing of triptych, c.1504-1510. Oil on panel. Museo del Prado, Madrid, Spain.
-Salvador Dali, Birth of the New Man, Sculpture


Kaynakça:
-Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi
-Sanat Tarihi Ansiklopedisi, Görsel yayınlar, 1981

14 Ağustos 2008 Perşembe

Başlangıç

İnsan blog hesabı almadan yazı yazarsa bu normal olur mu, olur.
Mantıklı bir açıklama getirmek istiyorsak (her şeyin başı istemek tabi) bu da mümkün.

Neden, bende sanat ve alt dalları hakkında yazmak için zorlamıyorum kendimi, diye sorduğumdan beri çok uzun zaman geçti. Zor, yazmak zor bu bir, yazdığının değerli görmek fazladan zor, başlamak ya da karar vermekse en zoru oldu benim için.

Sonra işi zevkli hale getirir ve birlikten güç doğar mantığıyla işin içine mr.knownothing’i de katmak beynime dan! diye inince, zoru paylaşır besleniriz çift kafadan diyip, biraz rahatlattım kendimi.

Samimi olmak gerekirse eksik bilgi içeren abidik gubidik yazılar yazabilme rahatlığı görmüyorum kendimde. Profesyonellik hiç yok, işte böle bir çelişki…İnsan yanlış bilgi vermekten korkar mı? Ben çok korkuyorum sayın okuyucu ama fark etmeden kaybedersem kendimi bilmediğim konularda atıp tutarsam, sen de boş bilgi diyip geçiver de benim vicdanım rahat olsun.

Buraya kadar yazdıklarımdan sanma ki fularlı sanat eleştirmenleri gibi yazılar yazacağım ya da kendimi aşabileceğim. Cık yapamam, zorla bile olmaz. Hem gerginlik hiç sevmediğim bir şey hem de ne gerek var ki…

Ne hakkında yazarız?

Sanat ıvır zıvır. Resim, heykel vs. (plastik sanatlar, bu isimde hep kuşkuyla baktığım bir ikili) tabi güzel sanatların tasarım kaynaklı alanlarından da sıçrar. Sinema, kitaplar, müzik gibi gider herhalde sınırda çizmek hoş değil sanki. Mr.knownothing ile sohbetlerimizden ne çıkarsa, ne heyecanlı gelirse diyebilirim şimdilik.